25/FURKÂN-30 İÇİN ANALİZ
وَقَالَ الرَّسُولُ يَا رَبِّ إِنَّ قَوْمِي اتَّخَذُوا هَذَا الْقُرْآنَ مَهْجُورًا
Ve kâler resûlu yâ rabbi inne kavmîttehazû hâzel kur’âne mehcûrâ(mehcûran).
1. | ve kâle | : ve dedi |
2. | er resûlu | : resûl |
3. | yâ rabbi | : ey Rabbim |
4. | inne | : muhakkak |
5. | kavmî | : benim kavmim |
6. | ittehazû | : edindiler |
7. | hâzâ | : bu |
8. | el kur'âne | : Kur'ân |
9. | mehcûran | : ayrılmış, uzaklaşılmış, terkedilmiş olan |
**** Mehdi Resûl dedi ki: Rabbim, kavmim Kur'ân-ı terketti.Ne kadar hazin bir tecellidir ki şeytan ve tayfası, Kur'ân-ı Kerim’in en önemli kavramlarından olan nebî ve resûl kavramlarını karmakarışık bir hale getirerek, aslî unsurlarından saptırmışlardır. Daha da üzücü olansa, dîn öğreticilerinin büyük bölümünün şeytandan aldıkları tayfalık göreviyle -onlarca Kur'ân âyetine rağmen- "risaletin kıyâmete kadar devam edeceği" bilgisini gizlemeleridir.
Furkân Suresinin 30. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ'ya kavminin Kur'ân'ı terk ettiğini söyleyen resûl Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V) değil, ondan asırlar sonra gelecek olan Mehdi Resûl'dür. Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 119. âyet-i kerimesinde sahâbenin kitaba dört elle sarıldıklarını bildirmektedir.
3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tû’minûne bil kitâbi kullih(kullihi), ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri). İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca "biz îmân ettik" dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: "Öfkenizden ölün."Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.
Kur'ân-ı Kerim 14 asır evvel, kâinatın son nebîsi olan Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’e indirilmiştir. Âyet-i kerimeden de açıkça görülmektedir ki sahâbe Kur'ân'dan sapmamış, tam aksine Kur'ân'ın bütününe tâbî olmuşlardır. Bundan bin dört yüz yıl öncesine “Asr-ı Saadet” adının verilmesinin arında da sahâbenin Kur’ân-ı Kerim’i bütün boyutlarıyla yaşayarak sonsuz bir dünya ve ahiret saadetine ulaşmış olması gerçeği vardır. O halde Furkân-30’daki resûlün Peygamber Efendimiz (S.A.V) olması asla mümkün değildir. Ne yazık ki şeytan ve hizmetkârları, yüzyıllardır süregelen kara oyunları neticesinde böyle bir safsatayı insanlığa bir Kur’ân gerçeği gibi kabul ettirmişlerdir. Oysaki Kur’ân-ı Kerim’in zirvede yaşandığı devre, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve kavminin yaşadığı devredir.
Hiç kimse bunun aksini iddia edemeyecektir. Mütercimlerin meallerinde Furkân-30’a yönelik, gerçekle bu kadar açık ve net olarak çelişen ifadeleri son derece düşündürücüdür.
Hepimizin mâlumudur ki Kur’ân-ı Kerim’in terk edilmesi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in vefatından bir kaç yüz yıl sonra başlayan bir yozlaşmanın neticesidir.
"Kavmim Kur'ân'ı terk etti" diyen Resûl yine Kur'ân'da ve hadislerde geleceği müjdelenen Mehdi Resûl'dür.Sizden ona kim yetişirse, kar üzerinde sürünerek dahi olsa ona gelsin. Ona katılsın. Zira o, Mehdi'dir. (İbn Mace, Fiten, B 34, H 4082; İbn Ebi Şeybe, c. VII, s. 527; Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 14)
9/TEVBE-32: Yurîdûne en yutfîû nûrallâhi bi efvâhihim ve ye'ballâhu illâ en yutimme nûrahu ve lev kerihel kâfirûn(kâfirûne). (Onlar) ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar. Ve Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlamaktan başka bir şey istemez.
9/TEVBE-33: Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirahu alâd dîni kullihî ve lev kerihel muşrikûn(muşrikûne). Resûl'ünü müşrikler kerih görseler de, hidayetle ve hak dîn ile (bu dîni) bütün dînler üzerine izhar etmesi (hak dîn olduğunu ispat etmesi) için gönderen O'dur.
Mehdi hidayete ermiş ve hidayete erdiren anlamına gelen bir kelimedir. Tevbe Suresinin 32. ve 33. âyetlerinden açıkça görüleceği üzere sadece Kur'ân ile değil, daha evvelki nebîlere (peygamberlere) indirilen Tevrat ve İncil'i de tasdik edecek ve tüm kitaplarda yer alan hidayeti açıklayacak olandır.
****
İŞTE KUR’ÂN-I KERİM VE İŞTE UNUTTURULAN NEBÎ - RESÛL GERÇEĞİAllahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’inde nebî ve resûl kavramını birbirinden kesin çizgilerle ayırmıştır. Ancak günümüz dîn öğretisinde bu iki kavram arapsaçına döndürülmüş ve her resûlün nebî olduğu gibi bir korkunç hata İslâm âlemini kasıp kavurmuştur.
Resûl kelimesi; Arapça kökenli bir kelimedir. Kendisine şeriat kitabı verilmeyen ve kendisinden önce gelen nebîlerin getirdiği şeriat kitabını açıklayan elçi anlamındadır.
Nebî kelimesinin dilimizde kullanılan Farsça karşılığı ise peygamberdir; haber getiren kişidir. Allahû Tealâ nebîlerini nübüvvetle vazifeli kılmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'e göre her nebî resûldür ama her resûl nebî değildir. Nübüvvet müessessi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le sona ermiş, hitam bulmuştur.
33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyin(nebiyyine), ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen). Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusu). Allah, herşeyi en iyi bilendir.
Ahzâb Suresinin 40.âyet-i kerimesi, nebi ve resûl konusundaki kavram kargaşasını ortadan kaldıracak en önemli ve en kesin delildir.
Âyet-i kerimede açıkça görüldüğü üzere sona eren risalet değil nübüvvettir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) kâinatın peygamberidir ama aynı zamanda kendi kavminin resûlüdür. Ve peygamberlik (nübüvvet) müessesesi, onunla son bulmuştur. Kıyâmete kadar bir başka nebî gelmeyecektir. Bir daha peygamber gelmeyecektir ama insanlık var oldukça hidayetle vazifeli resûller görevlerini îfa etmeye devam edeceklerdir. Allahû Tealâ tek bir hedefe dayalı olarak yarattığı insan mahlûkunu hiçbir devirde başıboş bırakmamıştır. İnsanoğlunun hayata geliş sebebi, hidayettir. Allahû Tealâ dalâlet standartlarında hayata gönderdiği insanoğluna, her devirde hidayetçi gönderdiğini birçok âyet-i kerimede net olarak ifade etmektedir.
Her zaman parçasında görev alan bir hidayetçi muhakkak vardır.
20/TÂHÂ-123: Kâlehbitâ minhâ cemîan ba’dukum li ba’dın aduvv(aduvvun), fe immâ ye’tiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşkâ. (Allahû Tealâ şöyle) dedi: “İkiniz oradan (aşağı) inin! Hepiniz (şeytan ve siz), birbirinize düşman olarak. Bundan sonra Benden size mutlaka hidayet gelecek. O zaman kim hidayetime tâbî olursa artık o, dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz.”
Allahû Tealâ her devirde, her kavme o kavmin lisanı ile konuşan resûller göndermektedir.
14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu). Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.
16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâleh(dalâletu), fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne). Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını, (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri) Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
3/ÂLİ İMRÂN-164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin). Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.
Allahû Tealâ resûl göndermedikçe hiçbir kavme azap edici değildir.
17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen). Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.
Resûller ardı arkası kesilmeksizin gönderilmektedir.
23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne). Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.
Hani Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra bir resûl gelmeyecekti? Bütün bu âyet-i kerimeler ışığında hâlâ risalet son bulmuştur diyebilir misiniz?
Sevgili kardeşlerimiz! İblisin haince ve akıllara durgunluk verecek nitelikteki tuzağını görmüyor musunuz? Peygamberlik ve resûllük birbirine eş değer kavramlar değildir. Üstün olan risalet değil nübüvvettir. Kaldı ki bu iki kavram arasında Kur’ân-ı Kerim’e göre 7 temel farklılık vardır. Kur’ân’daki kesin hükme rağmen, dîn öğreticileri risalet müessesini yok sayarak, İslâm âlemini korkunç bir hezimete uğratmışlardır.
(Nebî-resûl arasındaki 7 temel fark için, bknz; EK 2).
****
Sevgili kardeşlerimizNebî-resûl kavramlarının birbirine karıştırılmasından tutun, daha yüzlerce hurafenin dînimizde sanki varmış gibi tatbik edilmesinin arkasında Kur’ân’ın terkedilmesi yatmaktadır.
Mehdi (A.S)’ın “Benim kavmim Kur’ân’ı terk etti” sözünün günümüze ait bir söz olduğunu daha iyi anlamak için kendinize tek bir soru sormanız yeterlidir!
Nüfusunun %98’inin müslüman olduğu koskoca bir ülkede, neden hiç kimse bir insanın nasıl kurtulacağına dair TEK BİR ÂYET BİLMİYOR?Sizce de garip bir durum değil mi?
MEHDİ RESÛL DEDİ Kİ: “EY RABBİM, BENİM KAVMİM KUR’ÂN’I TERK ETTİ!”
****25/FURKÂN-30 ÂYETİNDE HİDAYET NASIL GİZLENMİŞTİR? Hatırlarsanız 11. raporumuzda dîn adamlarımızın üçe ayrıldıklarını belirtmiştik: 1. Şıracı dîn adamlarımız, 2. Bozacı dîn adamlarımız, 3. Allah'tan korkan dîn adamlarımız
İşte "şıracı" adını verdiğimiz bu dîn adamları dünyevî menfaatler uğruna Kur'ân meâli hazırlamalarına (tüm şeriat kitabı baştan sona okumuş olmalarına) rağmen halkımıza hurafeleri yaymaya çalışarak nasıl bir ateşle oynadıklarını idrak edemeyenlerdir.
Şıracılar; Allahû Tealâ'nın Zumer Suresinin 71. âyetinde "Sizi bugüne geleceğiniz konusunda uyaran içinizden resuller gelmedi mi?" sorusuna "EVET" yanıtı vereceklerini çok iyi bilmektedirler.
39/ZUMER-71: Vesîkallezîne keferû ilâ cehenneme zumerâ(zumeran), hattâ izâ câuhâ futihat ebvâbuhâ, ve kâle lehum hazenetuhâ e lem ye’tikum rusulun minkum yetlûne aleykum âyâti rabbikum ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû belâ ve lâkin hakkat kelimetul azâbi alel kâfirîn(kâfirîne). Kâfirler, zümre zümre cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman, onun (cehennemin) kapıları açılır. Ve onun (cehennemin) bekçileri onlara derler ki: “Size, sizden (sizin aranızdan) olan resûller gelmedi mi ki, size Rabbinizin âyetlerini okusun, bugüne (buraya) geleceğinizi (söyleyerek) uyarsın? (Cehenneme gidenler) dediler ki: “Evet (geldiler).” Fakat azap sözü kâfirlerin üzerine hak oldu.
Zumer Suresinin 71. ve kıyâmete kadar risaletin süreceğinin açıklandığı onlarca âyeti okumuş olmalarına rağmen işitmedikleri açık ve üzücüdür.
Bu âyet-i kerimede hidayeti gizleyenler âyetin aslında yer alan "resûl" (elçi) ifadesini meâllerinden çıkararak "nebî" (peygamber) ifadesini meâllerine eklemişlerdir. **** |