13/RA'D-28 İÇİN ANALİZ
الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللّهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
Ellezîne âmenû ve tatmainnu kulûbuhum bi zikrillâh(zikrillâhi) e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb(kulûbu).
1. | ellezîne âmenû | : Allah'a ulaşmayı dileyen, âmenû olan kimseler |
2. | ve tatmainnu | : ve mutmain olur, tatmin olur |
3. | kulûbu-hum | : onların kalpleri |
4. | bi zikri allâhi | : Allah'ın zikri ile |
5. | e lâ | : öyle değil mi |
6. | bi zikrillâhi (zikri allâhi) | : Allah'ın zikri ile |
7. | tatmainnu el kulûbu | : kalpler tatmin (mutmain) olur |
**** Zikir ve Zikrullah
Kur’ân bir zikirdir. Kur’ân okumak da bir zikirdir. Namaz kılmak da bir zikirdir. Ama asıl zikir Allah’ın ismini “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah...” diye tekrar etmektir.
Öyleyse evvelâ “Kur’ân-ı Kerim’in en büyük ibadeti hangisidir?” diye soralım ve cevabını verelim. Elimizde doğruyu yanlıştan ayırt eden bir tane furkan var. O tek furkan Kur’ân-ı Kerim’dir. Her şey O’nda yargılanır. Başka nesnelerle Kur’ân yargılanmaz. Her söylenen söz, meselâ hadîsler; uydurma mıdır, mevzu mudur, değil midir, sağlam hadîs midir?
Bu kadar uydurma hadîsin nasıl biraraya geldiğini anlamak gerçekten zor. Çünkü hadîsleri alıp da Kur’ân’la karşılaştırdığımız zaman bir çoğunun geçersiz olduğunu görüyoruz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de bunu çok iyi bildiği için, Kendi adına kim bilir ne kadar hadîsin uydurulacağını evvelden bildiği için ve Allah O’na söylediği için, O da önceden söylüyor bunu: “Benim hadîslerim tartışılacaktır. Kur’ân’a bakınız. Hiçbiri Kur’ân’a aykırı olamaz.” diyor.
Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesine gelin beraberce bakalım. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne). Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
Münker, Allah’ın söylediklerinin inkâr edildiği standartlardır. Fuhuş da nefsimizin afetlerine tâbî olduğumuz her olaydır. Nefsimizin afetleri bizi hangi noktada yere yıkmışsa, yenmişse, hangi noktada nefsimize tâbî olup günah işlemişsek işte onların her birisi fuhuştur. Orada ne yapıyoruz? Orada ne yaptığımızı Casiye Suresinin 23. âyet-i kerimesi söylüyor. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne). Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
Rab mevkiinde Allah var; emredici, emrine itaat edilen mürebbiye, terbiyeci. Bütün insanları en güzel standartlarda en güzele ulaştıracak olan Allah’tır. Bu insanlar ne yapıyorlar? Allahû Tealâ’nın emirleri var, onları yerine getirmiyorlar. Peki, Allah’ın emirlerini yerine getirmiyorsa neyi yerine getiriyorlar? O anda nefsinin hangi afetiyle alakalıysa o olay, o afetin talep ettiği şeyi gerçekleştiriyor. Hevasını yani nefsinin afetlerini, o olayda kendisine ilâh ediniyor. O olayda, Allah’ı Rab mevkiinden, emir ve kumanda mevkiinden çekip alıyor, nefsinin afetini Rabbinin yerine getiriyor. Onun emrini yerine getiriyor.
İşte Allahû Tealâ böyle insanlar için: “Onlar hevalarını kendilerine ilâh edinenlerdir.” Hevalarını kendilerine ilâh edinen insanları Allah onların ilimleri üzere dalâlette bırakır.” diyor. İşte o âlim geçinen insanların büyük çoğunluğu, kendilerine insanların yazdığı kitaplarla ilim öğretilenlerdir. Asırlardan beri insanlar açıklamalar yapmışlar, itikadî konularda, muamelatta, akaidde, kelamda, her türlü dîni konuda hep insanlar yazmışlar çizmişler. Bunlar bugüne kadar ulaşmış. Ayrı ayrı gruplar tarafından genel kabul görmüş olanlar, az kabul görmüş olanlar, reddedilenler olmuş.
Bir grubun reddettiğini öbür taraf kabul ediyor. Böylece bir karmaşa dînde hüküm sürüyor. İşte ilimleri üzere Casiye Suresinin 23. âyet-i kerimesine göre Allah’ın dalâlette bıraktığı insanlar bulunuyor. Bu insanların işareti şudur: “Allah onların görme hassalarına (basarlarına) gışavet isimli perde çeker.” diyor. Sonra ne diyor? “Allah onların sem’î isimli işitme hassalarını mühürler. Allah onların kalplerini de mühürler.” Yani kalplerindeki idrak hassası da mühürlüdür.
İnsanlar o kadar çok şeyi unutmuşlar ki; kendilerini kurtuluşa ulaştıracak olan herşeyden, şeytan allem etmiş, kallem etmiş ellerini ayaklarını çektirmiş. İşte bunlardan birisi de zikirdir.
Zikir, hatırlamak mânâsına gelir. Kur'ân'da;
- Zikir; Allah’ı zikretmek, Allah’ı hatırlamak, Kur'ân okumak, namaz kılmak mânâlarına gelir.
- Zikrullah ise; Allah’ın ismini “Allah, Allah, Allah…” diye tekrar etmek mânâsına gelir.
Zikrullah Allahû Tealâ’nın isminin “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah...” diye tekrarının da adıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın adını “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah...” diye zikretme müessesesi farz mıdır? Evet. Bu zikir, devamlılığı açısından zikir adını alır. Bu, günün bir kısmında Allah’ı ara sıra zikretmektir ve üzerimize farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
Zikir Farzdır
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen). Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
Allah'a yaşarken ruhunu ulaştırmayı dileyerek, kurtuluşa adım atmış bir insanın ruhunu Allah’a ulaştırabilmesi sadece “Allah, Allah, Allah...” diyerek Allah’ın ismini ardarda tekrarıyla mümkündür.
Zikrin Allah ismi kullanılarak gerçekleştirilmesi konunun temelidir. “ve tebettel ileyhi tebtîlâ: Herşeyden kesilerek Allah’ı zikret. Allah’a doğru yola çıkarak Allah’a ulaş.”
Allahû Tealâ bu ulaşmanın zikirle gerçekleşeceğini, Muzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesinde anlatıyor: “Allah’ın ismini zikret, Rabbinin ismini zikret.”
Rabbimizin ismi El-İlâh’tır. "El-İlâh" kelimesi Türkçemizde “Allah” olarak değerlendirilir. Arapça’da da öyle. Öyleyse Allahû Tealâ, Allah kelimesinin tekrarıyla zikretmemizi istiyor. “Rabbinin ismiyle zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.” Allah’a ancak bu yolla ulaşılabileceğini anlatıyor. Bu yolda bir faktörün kullanılacağını, onun adının da zikir olduğunu söylüyor.
Gördük ki ara sıra zikretmek farzdır. Hem de bu farz, Muzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesinde ruhunuzu Allah’a ulaştırıncaya kadar çoğalan bir hüviyet kazanıyor.
Peki, günün yarısından fazla zikretmek, her gün Allah’ı çok zikretmek, zikirsiz geçen zamandan daha fazla zikretmek üzerimize farz mıdır? Evet, o da farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
Çok Zikir Farzdır
33/AHZÂB-41: Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran). Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.
“Öyle seviyede bir zikirle zikredin ki; bu çok zikir olsun, günün yarısından daha fazla zikir olsun.” Peki, yolun sonu nereye ulaşır? Yolun sonu daimî zikre ulaşır. Ulaşmanız lâzım gelen hedef daimî zikirdir. O zaman insan olarak yaratılmanın o müstesna saadetini bütün boyutlarıyla yaşarız.
Daimi Zikir Farzdır
Peki daimî zikir de üzerimize farz kılınmış mıdır? Evet. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı). Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
Üç halde bulunabiliriz: Ya oturuyoruzdur, ya ayaktayızdır, yada yatıyoruzdur. Üç tane hal; ayakta olmak, oturuyor olmak, yatıyor olmak. Bir dördüncüsü yok. Allahû Tealâ üç halin üçünde de zikretmemizi istiyor. Öyleyse bütün insanlar için çok zikir farz olduğu gibi neticede daimî zikre ulaşmak, daimî zikrin sahibi olmak, o da farzdır.
Gördük ki zikir de farzdır, çok zikir, günün yarısından fazla zikir de farzdır, daimî zikir de farzdır. Gene gördük ki zikir Kur’ân-ı Kerim tilavetinden de namazdan da üstün bir ibadettir. Allahû Tealâ Ankebut Suresinin 45. âyet-i kerimesinde açık bir şekilde buyuruyor ki:
29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne). Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
Allahû Tealâ; “ve le zikrullâhi ekber; Allah’ı zikretmek daha büyüktür.” diyor.
Kur'ân bir bütündür; İslâm 5 şarta indirgenemez!
Çok basit bir mantıkla düşünün, “Şart ne demektir?” Olmazsa olmaz. Yani “Allahû Tealâ; Kur'ân-ı Kerim'de yüzlerce emir vermiş, ancak bunlardan sadece 5 tanesi şart, diğerleri şart değil, öyle mi?”
Bizim sevgili dîn adamları namazı da zikir olarak kabul ettikleri için bu “ve le zikrullâhi ekber” ifadesini “Namaz en büyük ibadettir.” diye almışlar. İslâm’ın beş şartı arasında biliyorsunuz ki zikir yok. Ona ayak uydurabilmek için böyle bir ayak oyunu yapmışlar ve Kur’ân-ı Kerim’in bütün temel hükümlerini altüst etmişler.
Olmaz sevgili kardeşlerim, olmaz! Dîn Kur'ân'sız yaşanmaz!
Kur'ân bir bütündür ve Allahû Tealâ'nın tüm emirleri tüm mü'minler için şarttır. Şeytan bir masal uydurmuş, dîn adamlarının da işine gelmiş bir "5 şart masalı" insanlığı hazin sona götüren en tehlikeli hurafedir. Allahû Tealâ İslâm olmanın da mü'min olmanın da müslüman olmanın da kurtuluşa ulaşmanın da tüm şartlarını Kur'ân-ı Kerim ile bizlere bildirmiş, hepimizin üzerine FARZ kılmıştır.
Allah'a ulaşmayı dilemek tek kurtuluş şartıdır!
Allahû Tealâ; zikri, çok zikri ve daimi zikri üzerimize farz kılıyor, bunu gördük. Daha önemlisi var mı? Evet; Allah Allah'a ulaşmayı dilememizi tek kurtuluş şartı sayıyor.
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne). Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne). İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
Allahû Tealâ ruhumuzu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmayı üzerimize farz kılıyor. Allah’a ulaşmayı dilemek kaydıyla, bu ulaştırmayı Allahû Tealâ Kendisinin gerçekleştireceğini de garanti ediyor.
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu). (Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
Biz insanlardan istediği şey Allah’a ulaşmayı dilememiz. Allahû Tealâ ruhumuzu Allah’a ulaştırmayı üzerimize farz kılıyor. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen). Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
Yani “Bu zikirle ulaşacaksın.” diyor. Öyleyse zikrin bizim ruhumuzu Allah’a ulaştırıcı, nefsimizi tezkiye edici bir hüviyeti olması lâzımdır. Nedir bu? Allahû Tealâ buyuruyor ki:
24/NÛR-21: Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil fahşâi vel munker(munkeri) ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu, vallâhu semî’un alîm(alîmun). Ey âmenû olanlar, şeytanın adımlarına tâbî olmayın! Ve kim şeytanın adımlarına tâbî olursa o taktirde (şeytanın adımlarına uyduğu taktirde) muhakkak ki o (şeytan), fuhşu (her çeşit kötülüğü) ve münkeri (inkârı ve Allah’ın yasak ettiklerini) emreder. Ve eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı sizin üzerinize olmasaydı (nefsinizin kalbine yerleşmeseydi), içinizden hiçbiri ebediyyen nefsini tezkiye edemezdi. Lâkin Allah, dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah, Sem’î’dir (en iyi işitendir) Alîm’dir (en iyi bilendir).
Allahû Tealâ: “Siz nefsinizi tezkiye edemezsiniz, Allah tezkiye eder.” diyor. Acaba Allahû Tealâ “nefsi tezkiye etmek” demekle neyi kastediyor? Başlangıçta %100 kapkaranlık, afetlerle dolu nefsimizin kalbinin yarısından fazlasını Allah’ın nurlarıyla dolmasını kastediyor. O nokta, nefs tezkiyesi noktasıdır. Allah ile olan ilişkilerimizde nefsin tezkiyesidir.
Allahû Tealâ Rahman ve Rahîm'dirKişi Allah’a ulaşmayı dilediği anda Allah derhâl Rahman esmasıyla tecelli ediyor. İnsanlar kör, sağır ve dilsizken ; gören, işiten ve idrak eden oluyorlar. Kimi gören, işiten ve idrak eden? İrşad makamını gören, işiten ve idrak edenler oluyorlar.
İrşad makamını irşad makamı olarak görmeye başlayan, onun söyledikleri irşad makamının sözleri olarak yerli yerine oturtabilen, idrak eden ve kalbine indirip onun mânâsını yerli yerine koyan, oturtan kişinin kalbine Allahû Tealâ ulaşıyor. Kalbini Allah’a çeviriyor. Sonra o kişinin göğsünü yarıyor, şerh ediyor. O kişiyi teslimlere hazırlıyor. Bu maksatla ruhun, vechin, nefsin, iradenin teslimi için o kişinin göğsünden kalbine nur yolu açıyor. Nur yolu açılınca Allah’ın katından ikişer ikişer nurlar gelecektir. Allah’ın katından bu nurları nefsin kalbine getirecek, celbedecek olan ibadetin adı zikirdir. Kur’ân-ı Kerim’in en büyük ibadetidir. Namazdan da, Kur’ân-ı Kerim tilavetinden de daha büyük bir zikirdir, zikirlerin en büyüğüdür. (Ankebût-45)
Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Kim Allah’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona şeytanı musallat deriz.”
43/ZUHRÛF-36: Ve men ya’şu an zikrir rahmâni nukayyıd lehu şeytânen fe huve lehu karîn(karînun). Ve kim Rahmân’ın zikrinden yüz çevirirse, şeytanı ona musallat ederiz. Böylece o (şeytan), onun yakın arkadaşı olur.
Zikrullah ve nefs tezkiyesi şeytanın musallat olmaması açısından son derece önemlidir.
Allahû Tealâ: “nukayyıd lehu şeytânen: ona şeytanı musallat ederiz.” buyuruyor.
Zamanımızda unutulmuş olan zikir müessesesi ne sağlar? Eğer kişi bu safhalardan geçmişse, Allah onun göğsünü yarmışsa, göğsünden kalbine nur yolu açmışsa ne oluyor? En’am Suresinin 125. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne). Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.
Şerh etmek, yarmak demektir. Allahû Tealâ, kişinin kalbini niçin yarıyor? Allah’ın katından gelen, salâvâtla rahmet ve salâvâtla fazl nurlarının; iki çift nurun, o kişinin kalbine ulaşması için. Allahû Tealâ bu ulaşmayı, sadece bir çift nurun geldiği noktadaki ulaşmayı Zumer Suresinin 22. ve 23. âyet-i kerimelerinde şöyle açıklıyor:
39/ZUMER-22: E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin). Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.
39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin). Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.
Allah: “Kitab’a müteşabih olarak ihdas ettiklerini ikişer ikişer indirir.” diyor. Bunlardan biri salâvâtla rahmet, ikincisi salâvâtla fazıldır. Salâvât nurları kargo uçaklarıdır. Rahmet ve fazl ise uçakların taşıdığı yüktür.
O kişi zikir yapıyor. Allah’ın katından gelen salâvâtla rahmet ve salâvâtla fazl nurları, o kişinin göğsüne giriyor. Allah’ın göğsünden kalbine açtığı yolu izleyerek, yarıktan girerek, kalbe ulaşıyor. Kalbin içine sadece %2’ye kadar rahmet sızabiliyor.
Allah’a ulaşmayı dilemiş, henüz mürşidine ulaşmamış bir kişide Allah işlemlerini gerçekleştirmiştir. O kişinin kalbinin nur kapısını Allah’a çevirmiş, göğsünü yarmış, göğsünden kalbine nur yolu açmış, kişiyi mürşidine ulaşacak hale getirmiştir. İşte bu noktada bu kişi zikir yapıyor. Zikir yaptığı zaman Allah’ın katından sadece salâvâtla rahmet isimli iki nur o kişinin göğsüne geliyor. (Henüz salâvâtla fazl nurları gelmiyor.) Göğsündeki yarıktan geçerek kalbe ulaşıyor. Kalbin içine rahmet nuru girmeye başlıyor. Bu rahmet nuru %2’ye ulaştığı zaman, o kişi huşû sahibi oluyor. İlk %2 nur, rahmet nurudur. Gelen nurların öncüsü rahmet nurudur.
Ne zaman Allah’ın bir kişiye Rahman esmasıyla tecellisi başlar? Allahû Tealâ, o kişi sadece Allah’a ulaşmayı dilediği zaman Rahman esmasıyla tecelliye başlar. Bu tecelli kişide, 7 tane furkan oluşturur. Bu 7 furkan ile kör, sağır ve dilsiz olan o kişinin görmesi mümkün olmuştur, işitmesi mümkün olmuştur ve irşad makamını idrak etmesi mümkün olmuştur. Buradaki körlük, sağırlık, dilsizlik ve idraksizlik manevî alandaki olaylara yöneliktir. Kişinin kalbine %2 rahmet nuru girdiği zaman, o kişi mürşidine ulaşmak için gerekli olan standarda sahiptir. Huşû sahibi olmuştur ve hacet namazını kılar. Bu noktada olan kişiye Allah mutlaka mürşidini gösterir. Allahû Tealâ mürşidini kime gösteriyor? Allahû Tealâ’dan 12 tane ihsan alarak huşu sahibi olan kişiye mürşidini gösteriyor.
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne). (Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne). Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında)
muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle)
O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
Mürşide ulaşan kişi o mürşide tâbiiyetini gerçekleştiriyor. Tâbiiyet gerçekleşir gerçekleşmez, Allahû Tealâ kişinin kalbine îmânı yazıyor, başının üzerine de devrin imamını gönderiyor. Neden? Devrin imamının ruhu o kişinin ruhuna diyor ki: “Senin Allah’a mülâki olma günün, yevm’et telâkın geldi, vücudu terk et Allah’a geri dön. İşte Allah’ın sana verdiği temel emir budur. Sen bir emanetsin. Allah’ın Zat’ına dönmek mecburiyetindesin. Senin görevini biz üstleneceğiz.” Devrin imamının ruhu Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesine göre kişinin başının üzerine gelip yerleşiyor.
40/MU'MİN-15: Refîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzire yevmet telâk(telâkı). Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmayı dilediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün
geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.
İşte bu noktada Allah’ın Rahîm esmasıyla tahakkuk etmesi ve kişinin nefs tezkiyesine başlaması söz konusudur. Yusuf Suresinin 53. âyet-i kerimesinde Hz. Yusuf buyuruyor:
12/YÛSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun). Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).
Bu kişi mürşide ulaştığında Allahû Tealâ Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesine göre kalbinin içine îmânı yazar ve o kişinin üzerine Allah’ın katından nur gönderilir:
58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yû’munûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizbullâhi humul muflihûn(muflihûne). Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?
Allahû Tealâ’nın katından gelen ruh, o kişinin başının üzerinde yerini alır. O kişinin ruhu vücudundan ayrılır ve kişi hangi mürşide tâbî olmuşsa onun dergâhına ulaşır. Orada kısa bir zaman kaldıktan sonra ana dergâha ulaşır ve ana dergâhtaki 10’arlık sıralardan birinde yerini alır.
Bu noktadan sonra kişi “Allah, Allah, Allah, ...” diye ister sesli, ister sessiz zikretsin ama elindeki tesbihle beyaz bir örtünün altında (bunun adı “vird”dir) zikre başlayınca, Allah’ın katından, salâvâtla rahmet ve salâvâtla fazl isimli iki gurup nur gelir. Bu nurlar göğse gelirler. Göğüsten şifreli yolu takip ederek kalbe ulaşırlar ve kalbin içine girerler. Kalbe yazılan iman kelimesi fazl nurları için bir cazibe merkezidir. Mürşide tabiyetten evvel sadece %2 oranında birikebilen rahmet nuruna ilave olarak artık nefs tezkiyesini gerçekleştirecek fazıl nurları da kalbe girerek nefsin afetlerini kapı dışarı ederek, iman kelimesinin etrafında birikmeye başlarlar.
Kişi zikri arttırmaya başlar. Nefsin kalbinde %7 fazıl nuru birikince, ruh zemin kattan 1. kata ulaşır. İkinci defa %7 nur birikiminde 2. kat, 3., 4., 5., 6., 7. defa %7 nur birikimlerinde ruh 7. kata ulaşır. 7. katın 7 tane âlemini sağdan sola doğru geçer ve Sidretül Münteha’ya ulaşır. Oradan da Allah’ın Zat’ına ulaşır ve Allah’ın Zat’ında yok olur. Ulaştığı nokta 21. basamaktır, yok olması 22. basamaktır. Allahû Tealâ buraya kadar olan bütün konuları kim Allah’a ulaşmayı dilemişse garanti etmiştir.
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu). (Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
Alahû Tealâ: “Siz sadece Bana ulaşmayı dileyeceksiniz. Sizin ruhunuzu kendime Ben ulaştıracağım. Ama bunun için zikir yapmanız şart. Eğer zikri sevmezseniz, namazı sevmezseniz, orucu sevmezseniz, bunları Ben size sevdireceğim.” diyor. Çünkü garanti ediyor. Garanti ettiğine göre mutlaka sevdirecek. Çünkü Allah’ın başarmaması mümkün değildir. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse o kişinin ruhu mutlaka Allahû Tealâ tarafından Kendisine ulaştırılır.
14. basamakta başlayan bu olay, nefsin kalbinde 7 defa %7 defa fazl birikimiyle; Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye, Tezkiye kademelerini geçmek, nefs tezkiyesini oluşturur. Ve ruh 7 tane gök katını aşarak Allah’ın Zat’ına ulaşır. Bu vuslattır. Ruh Allah’a vasıl olmuştur. Allah’ın Zat’ında yok olur.
21. basamak ulaşma, 22. basamak ruhun Allah’a teslimidir. Bu noktadaki zikir 33 bin zikirdir. 7 tane gök katı aşılmıştır. Bu kişinin 1. gök katına kadar olan zikri 15 bindir. Ondan sonra ikişer bin ikişer bin yükselir. 17, 19, 21, 23, 25, 27, 29, 31, 33 bin zikirde ruh Allah’a ulaşır. Bu teslimlerden birincisidir. Kişi henüz 33 bin zikirdedir.
Zikrini arttırabilirse o kişi günün yarısından daha fazla zikre ulaştığında zühd sahibi olacaktır, zahid olacaktır. Nefsinin kalbinde %81 nur birikimini sağladığı zaman o kişinin fizik vücudu Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren bir form kazanır. Yasak ettiği hiç bir fiili işlemez. Ama nefsinin kalbinde hâlâ %19 karanlık vardır. Bu kişi zikir ehli olmuş mudur? Hayır, olmamıştır. Daha çok zikredecektir. Daimî zikre ulaşacaktır. Daimî zikre ulaştığı zaman o kişinin adı ulûl’elbabtır. Allahû Tealâ şöyle buyuruyordu:
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı). Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
“Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim: ulûl’elbab için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur.”
Öyleyse ulûl’elbab dediğimiz kişiler daimî zikrin sahipleridir. Gördük ki daimî zikir farzdır. Gördük ki daimî zikrin sahipleri ulûl’elbabtır. Öyleyse bunların adı nedir? Bunların adı ehli zikirdir. Allahû Tealâ: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” diyor. İşte Allahû Tealâ’nın bu ifadesi aslında çok önemli bir şeydir.
Bizim zamanımızın sevgili dîn adamlarının da hiç anlayamayacağı bir şeydir. Bu kafayla giderlerse hiç yaşayamayacakları bir şey. Zikir ehli daimî zikrin sahibi olan kişidir. Daimî zikrin sahibi olan kişinin 7 özelliği vardır:
Bu kişi daimî zikrin sahibidir.
Daimî zikrin sahibi olursa ne olur? O kişinin kalbinde hiç afet kalmaz. Neden? Çünkü Rabbanî kapı açıktır. Oradan rahmet nurları, fazl ve salâvât nurları kalbi her an pırıl pırıl aydınlık tutarlar. Rahmet fazl ve salâvât nurları zülmanî kapıya kadar inen Rabbanî kapıdaki mührün, zülmanî kapıyı kapatmasını sağlar. Bu nurlar ardarda onun üzerine baskı yaparlar. O kapıyı kilitleyecek noktaya onu ulaştırırlar. Bu zikirlerin neticesi olan nurların oraya baskısı sebebiyle kalbin zülmanî kapısı devamlı kapalıdır. Kalp de %100 nurlarla dolmuştur. Zülmanî kapı kapalı olduğu için tekrar oraya dönmesi hiçbir zaman mümkün değildir. O kişi hayatta olduğu sürece daimî zikrin sahibi olacaktır.
Ulûl’elbab;
- Daimî zikrin sahibidir.
- Kalbi %100 pırıl pırıl Allah’ın nurlarıyla doludur.
- Allah onun kalp gözünü mutlaka açar.
- Allah onun kalp kulağını mutlaka açar. Allahû Tealâ, kişinin durumuna göre birçok şeyler gösterir.
Bu dört temel şart kişiye, üç tane de vasıf şartı kazandırır. Bunlara sonuç şartı da diyebiliriz:
- Ehli tezekkür olmak. O kişi ehli zikir, ehli tezekkür olmuştur. Allah ile her zaman her konuyu konuşabilir.
- O kişi ehli hayır olmuştur. Daimî zikrin sahibi olduğu için daima zikretmektedir. Devamlı derecat kazanmaktadır. Hiç derecat kazanmadığı bir nokta yoktur. Hem de daima 1’e 700 kazanacaktır.
- Kişi ehli hikmettir. Hikmet ehlidir. Âyetlere baktığında o âyet 28 basamağın hangisine tekabül ediyorsa onu derhal görür. Hangi basamağa ait olduğunu hemen söyler. Bu yetkinin sahibidir. Eğer bu kişi hakem veya hâkim olursa o zaman da mutlaka kararlarını adaletle verecektir. Çünkü mutlaka Allah’tan sorarak neticeye gider.
Allahû Tealâ buyuruyor:
21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne). Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.
“İşte ehli zikir olan kişi odur; “fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn” buyuruyor. “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”
Zikir ehlinin Kur’ân’daki adı ulûl’elbab’tır. Lübblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleridir. Gördük ki lübblerin sahipleri ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredenlerdir.
Ve le zikrullâhi ekberNe yazık ki dîn adamları kadrosunu oluşturanların büyük, çok çok büyük bir kısmı Allah’ın âyetlerinden haberdar değiller ve kendilerini âlim olarak değerlendiriyorlar ama aslında gerçekten acınacak durumdalar. Ateşe çağıran imamlar durumundalar.
28/KASAS-41: Ve cealnâhum eimmeten yed’ûne ilen nâr(nârı), ve yevmel kıyâmeti lâ yunsarûn(yunsarûne). Ve Biz, onları ateşe davet eden imamlar (önderler) kıldık. Ve kıyâmet günü onlara yardım olunmaz.
Allahû Tealâ taksiratlarını affetsin.
****13/RA'D-28 ÂYETİNDE HİDAYET NASIL GİZLENMİŞTİR? "Zikir" kelimesi tek başına kullanıldığında bunu Arapça'dan Türkçe'ye "anmak" diye çevirmek mümkündür. Ancak konu âyet tercümesi ise ve tercüme edilen kelime "zikrullah" olduğunda, bu kelimeyi "Allah'ı anmak" olarak çeviremezsiniz. Anmak, kişinin aklına geldiğinde ara sıra yapabileceği, yapmadığı zaman ise bir şey kaybetmediği bir durumda söylenebilir. Oysa ki; namaz kılmak, Kur'ân okumak nasıl bir farz emir ise Allah'ı zikretmek de, yani "Allah Allah Allah" şeklinde sesli veya sessiz olarak Allah kelimesinin ardışık olarak tekrarlanması da bir farz emirdir. Yetmez, Kur'ân'a göre (Ankebût-45) EN BÜYÜK İBADETTİR.
29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne). Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
- Kur'ân'da Allah'ı zikretmek FARZDIR.
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen). Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
- YETMEZ! Kur'ân'da Allah'ı günün yarısından daha fazla zikretmek (çok zikir) FARZDIR.
34/SEBE-2: Ya’lemu mâ yelicu fîl ardı ve mâ yahrucu minhâ ve mâ yenzilu mines semâi ve mâ yarucu fîhâ, ve huver rahîmul gafûr(gafûru). (O, Allah) yere gireni ve ondan çıkanı, semadan ineni ve oraya yükseleni bilir. Ve O; Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir), Gafûr’dur (mağfiret eden, günahları sevaba çeviren).
- YETMEZ! Kur'ân'da Allah'ı daimi olarak (günün 24 saati) zikretmek (daimi zikir) FARZDIR.
6/EN'ÂM-103: Lâ tudrikuhul ebsâru ve huve yudrikul ebsâr(ebsâra) ve huvel lâtîful habîr(habîru). Görme hassaları onu idrak edemez. Ve O, görme hassalarını idrak eder. Ve O, lâtiftir, herşeyden haberdardır.
Yani Allahû Tealâ diyor ki; “Beni günün her saati, her dakikası, her saniyesi zikredin!”
Konumuz Kur'ân mealleri olduğuna göre; yukarıda saydığımız bu âyetleri tercüme etmiş bir mütercimlerden "zikrullah" kelimesini farz bir emir olmak hüviyetinden çıkararak, “olsa da olur olmasa da bir şey kaybetmezsiniz” manası verenler Allah'ın bu âyetini meallerinde ketmetmişlerdir.
**** |